İçinde yaşadığı toplumun bugününe ve geleceğine ilişkin endişeler... Bu endişelerin sebepleri üzerine kolay tatmin olmayan merak ve ilgi...
Bu merak ve ilginin peşine takılan sosyal bilimlerin her alanını kuşatan uzun soluklu, emek mahsulü araştırmalar... Bu araştırmalarda bir bilim adamının kılı kırk yaran dikkati ve yöntemi... Allah vergisi geniş bir sosyolojik muhayyile ve sezgi... İçinden çıkılması zor konuları, anlamını ve derinliğini hafifletmeden bir gazeteci lisanı ile ete-kemiğe, yani kelimelere büründürme yeteneği... Bir cümlesiyle yakaladığı ilgisiz bir okuyucuyu bile sonuna kadar peşinden sürükleyen akıcı bir üslûp... Otuz yılı aşkın zamandır yazdığı her kitabı okuduğum Taha Akyol'u, kelimelerle ancak bu şekilde anlatabilirim. "Ama hangi Atatürk?", tek başına bir ekol olan bu sosyoloğun son eseri ve yukarıdaki tasvirin içine sığdırılamayacak kadar renkli bir kitap.
Binlerce kitaba konu olmuş Atatürk hakkında bütün bildiklerinizi bir kenara bırakıp yeniden bir anlama çabası içine girmelisiniz. Akyol serin, dürüst, özenli üslûbu ile sizi gerçekler konusunda ikna etmeye hazır.
"Ama hangi Atatürk?". Yeniden keşfedilmiş, farklı büstleri ve heykelleri gibi yeniden inşa edilmiş, önüne "gerçek", "hakiki", "en gerçek" gibi sıfatlar eklenmeden, sağdan soldan aşırma eklektik ideolojilerin sahibi gibi (Che Guevara'nın yanına konmadan) gösterilmeden "tarihe uygun" ve "doğal" olan Atatürk'ü anlatıyor. Kendi yaşadıkları, kendi şartları, çözmeye çalıştığı kendi problemleri içinde.
Tarih dar bir boğazdan geçiyor. Boğaz daralınca akış yavaşlar, vaktinde çözülmemiş, ertelenmiş problemler karşınıza katlanarak çıkar. Nehrin daraldığı yerde biriken, akıntının sürüklediği her şey gibi. 93 Harbi (1876-77) sonrasında doğan kuşak söz söyleme çağına geldiğinde, yaşayıp gördüklerine, fail olarak yer aldıkları tarihin hızlanan akışını ekleyeceklerdir. Çok milletli bir imparatorluğun iki temel sebep yüzünden yıkılışını yaşadılar ve çare aradılar. Birincisi, etnik ayaklanmalar; ikincisi azgelişmişliktir. Bu iki sebebi ortadan kaldıracak çarelere yöneldiler. Birincisine çare bulmak için "homojen" bir toplumun yani ulusun peşine düştüler. İkincisine çözüm bulmak için "muasır" bir toplum olma özlemiyle yanıp tutuştular. Ama aynı zamanda imparatorluğu yaşatmaya çalıştılar. Libya'ya, Balkan Dağlarına koştular; I. Dünya Savaşı'nda her cephede savaştılar.
Taha Akyol tecrübelerin sonucunu şöyle özetliyor: "İmparatorluk örneğinde bir devlet nasıl yıkılır, işgale uğramak nasıl bir felakettir, bunu gördüler. Balkan ve Cihan harplerinin korkunç facia ve yıkımlarını yaşadıktan sonra, Millî Mücadele'yi göze alabildiler, bu imana ve azme sahiptiler. Başardılar da..."
"Ama hangi Atatürk?" Taha Akyol'un Attila İlhan'ın "Hangi Batı?" diye başlayan serisine, sadece ismiyle bir nazire. Kitap da Attila İlhan'a ithaf edilmiş. Bu ithaf, aslında tek yanlı Atatürk portrelerinin en parlak olanlarından birine Taha Akyol'un cevabını ima ediyor.
Türkiye'nin bugün karşı karşıya bulunduğu siyasî-fikrî sorunlardan biri, özenle yaratılmış ve Türkiye'yi totaliter bir ideolojinin cenderesine sokmak için seferber edilen "Atatürkçülük" başlığı altında kendine yer arayan birbirine taban tabana zıt düşünceler. Demokratikleşmeyi engelleyen bir Atatürk veya Cumhuriyet skolastisizmi, dünyamızı daraltıyor. Tıpkı Orta Çağ'da Kilise Babalarının metinlerini yorumlayarak hakikate ulaşacağını düşünen skolastikler gibi; Atatürk'ün sözlerini (bazıları sonradan uydurulmuş) yorumlayarak hakikate ulaştığını düşünen Atatürkçülerin eleştirdikleri Orta Çağ skolastisizminin aynısını yaptıklarının farkında olmamaları ne tuhaf.
Taha Akyol, Atatürkçülerin sonradan kurgulanmış Atatürk'ünü değil, büyük bir deha ile elindeki şartlardan en iyisini çıkartmaya çalışan buz gibi gerçekçi, alabildiğine esnek bir siyaset adamını anlatıyor. "Ama hangi Atatürk?" sorusunun cevabı, farklı zaman ve şartlarda farklı düşünceleri savunan bütün Atatürkler olmalı.
Yaşadıklarımızı anlamanın, gerçeklere saygı duyarak sahte bir dünyanın karanlığından uzak durmanın yolu da bu cevaptan geçiyor.