Usta öykücü Necati Mert\'in bütün öykülerinin ilk iki kitabı Hece\'den çıktı.
"Bir yazar olarak, otoritenin ötekileştirdiklerini hep yakın buldum kendime" diyen usta öykücü Necati Mert’in bütün öykülerinin ilk iki kitabı Hece’den çıktı. Kitaplar, yazarın 1970’lerden başlayan öykü serüvenine tanıklık ediyor.
Yazarın Star Gazetesine verdiği röportaj ve onu anlatan yazı ise şu şekilde:
"Necati Mert öykü yazınımızın uzun soluklu koşucularından. 1945’te Adapazarı’nda doğdu, halen aynı şehirde üretmeye devam ediyor. Uzus süre debiyat öğretmenliği yaptı. 12 Mart döneminde TCK’nın 142-312. maddelerinden yargılandı, tutuklu kaldı. Ardından memuriyetten istifa edip kitap kırtasitye ticaretine başladı, halen bu işi sürdürmekte. 72’de başlayan öykü serüveni ise devam ediyor. Hece Yayınları, bugünlerde usta yazarın verimlerini topluca yayımlıyor. Önce ‘Mustafa’nın Karesi’ ardından ‘Gönüller Küçüldü’ adlı kitabı geldi.
70’lerdeki öykülerinizde gelecek için güzel düşleriniz var. “Bekçi” adlı öyküde, fakir ama onurlu bir bekçiyi anlatıyor, hırsızın da, bekçinin de olmadığı bir dünya düşletiyorsunuz Bekçi Arif’e. Onların öyküleri, bugün de aynı iyimserlikle mi işlenmeli?
Soğuk Savaş yıllarıydı. Kestirmeden edindiğimiz doğrular vardı. Hayatı, onlar sayesinde pek kolay tanımlıyorduk. Karmaşa yoktu. Ya o ya bu. Üçüncü bir seçenek lüzumsuz. Buna rağmen samimi ve sıcak bulunur bu öykülerim de. Hayat, öyküyü doğruluyor da ondan mı acaba? Her biri yaşanmış veya yaşanabilir bir hayat sunuyor, belki bundan. Bekçi Arif, çaresiz, alamayacağı ayakkabıların bekçisidir. Yabancılaşmayı aşması lazım. Hırsızlık da tabiatında yok. N’apıyor? Düş kuruyor. Ben bu düşe inanıyorum. Her düşüncenin bir düşü, ütopyası vardır. Aksi halde benimseyemezsiniz. İyimserliğimi de koruyorum. Havlu atmadım. Fakat Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla her şey değişti. Ölçülerimiz kısaymış. Sığ sularda yüzüyormuşuz. Bunun farkına vardık, kendimizle tartıştık, yüzleştik, yani değiştik. Öykülerdeki o insanlar için ise hayat aynı hayattı. Onlar bugün de kaderin elinde oyuncaklar. Lakin derin sularda anlatılmalılar şimdi. “Minnacık Bir Uçurum”da 80’li yıllarda yazdığım öyküler üçüncü seçeneği ararlar. Kestirme doğruların yetmediği hayat parçaları kaleme alınır onlarda.
“Gramofonlar...”daki öyküler toplumsal gerçekçi öyküler. Hâlâ aynı çizgide misiniz?
Hatta toplumcu gerçekçi. Evet, o çizgideyim. Ancak 1982 Mayıs’ından sonra çizgime bir de taşra-merkez çizgisi eklendi. Buna 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla gelen seçenek arayışlarını ekleyin, ortaya tarifini yenileyen öyküler çıkar. Öncekiler tarifine uygundu. Muhalifliği ruhsatlı idi. Açayım: Olaylar, kişiler bir temel düşünce etrafında ve ulus-devlet düzeninde kurgulanmaktaydı. Bunlar yok şimdi. Önce mesaj, sonra yapı olarak değişti öykülerim. Taşrayı kolladı örneğin. Efendim, taşra, giderek anlamını genişletti bende. Şöyle ki otoritenin “öteki” kıldığı her düşünceyi, her grubu yakın buldum kendime. Bu da öykülerime girdi. Yapı olarak da değişti öykülerim. Ademi merkeziyetçi bir yapı gerekti, kullandım. Postmodern anlatının imkânlarını kimi öykülerim için daha uygun buldum, denedim. Postmodern miyim? Hayır. Ama dile kazandırdıklarını imkân ve fırsat sayarım. Bunları onların kullandığı gibi kullanmam ama. Onlar, “artık büyük anlatı yok, şimdi oyun zamanı” derler, ben edebiyatı oyun görmem, ciddiye alırım.
Taşra konuşuyor dinle merkez!
Uzun yıllardır Adapazarı’nda yaşıyor ve yine aynı şehirde kitabevi işletiyorsunuz. Taşra sıkıntısı dedikleri duyguyla karşılaşıyor musunuz?
Doğdum doğalı Adapazarı’ndayım. Yetmiş yıl. Kırk küsur yıldır da kitapçılık yapıyorum. Biyografisi İletişim’den çıktı: Memleket Kitabevi. Taşraya gelince: Taşrada oturan her okuryazar bilir “taşra sıkıntısı”nı. Ben de bilirim. Merkez “sıkıntılı yer” diye kodlamış taşrayı,biz de almış kabul etmişiz. 1982 Mayıs’ında bu kodu defettim. Merkez’in taşra dediği yer benim evimdi, şehrimdi. Neden sıkıntı olsun bu? Hiç sıkıldığım olmuyor mu? Olmaz mı! Ama bunu taşrayla adlandırmak yanlış. Sanki İstanbul’da hiç sıkılınmıyor! Peki, taşra pek muteber bir yer mi? 80’li yıllarda toz kondurmuyordum taşraya, ama görmezlikten gelemiyorum artık. Sığlıklar görüyorum, ucuzluklar, sıradanlıklar... Lafımı esirgemiyorum. Bunları ben seçmedim. Çocukluğum, öğretmenliğim, evliliğim, kitapçılığım hep Adapazarı’nda oldu. Kaderim diyeyim."