“Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya”
Bu dizeler tam da onu anlatıyor.
Büyük bir devlet son günlerini yaşamaktayken,
Yarın ne olacağıyla ilgili karamsar bir belirsizlik bütün zihinleri teslim almışken.
Vatan ve milletin geleceği için bir şeyler yapmak gerektiğine inanan; ama hem çağın gereklerini kavramış, hem de milli değerleri özümsemiş bir lider bulamamanın verdiği şaşkınlıkla enerjisi israf olan, bazen bu enerjiyi birbirini bitirmekte kullanan gençlerin kafa karışıklığı sürüp gitmedeyken,
Yıllarca ihmal edilen Anadolu sefaletle boğuşmaktayken.
Düvel-i muazzama dediğimiz Avrupalı devletlerin ülkemiz üzerindeki oyunları başını alıp gitmişken.
Hastalık bütün vücuda sirayet etmişken ve en önemlisi de beyin bu hastalığı kabullenmiş, ona teslim olmuşken,
Kâh, “Ah! Karşımda vatan namına bir kabristan/ Yatıyor şimdi… Nasıl yerlere geçmez insan?” diye hayıflanan, kahrolan, kâh “Ye’s öyle bir bataktır ki düşersen boğulursun/Azmine sımsıkı sarıl, bak ne olursun/Ey dipdiri meyyit, iki el bir baş içindir/Davransana eller de senin, baş da senindir” haykırışlarıyla doğrulan, milletini varlık mücadelesine çağıran bir dava adamıydı o.
Geleceği karanlık görerek azmi bırakmayı ölümlerin en alçağı gören bu aksiyon insanının amacı “Asım’ın nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek/ Çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek” dizeleriyle bayraklaştırdığı bir altın nesil yetiştirmekti. Ama gel gör ki mevsim o mevsim değildi. Fırtınaların fırtınaları kovaladığı o günlerde gelecek adına taş taş üstüne koymak bir yana ayakta kalmak bile büyük bir hadiseydi.
Balkan savaşları, Birinci Dünya Savaşı derken Kurtuluş Savaşı… Millet bir badireden ötekine sürüklenmekte, yarını düşünmek bir yana taze fidanlarını bile cephelerde bir bir toprağa emanet etmekteyken o milletin şairi de başka bir yerde olamazdı.
Evladı yangın yerinde kalmış bir ana gibi bir oraya, bir buraya koşturuyor, herkesi, dizinde derman olan herkesi imdada çağırıyordu. Bu yüzden onu bazen Fatih kürsüsünde, bazen Süleymaniye’de halka hitap ederken görüyor, bazen de Kastamonu’da, Burdur’da “Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş…/ Sesler de: ‘Vatan tehlikedeymiş… Batıyormuş’ / Lakin hani, milyonları örten şu yığından, / Tek kol da ‘Yapışsam…’ demiyor bir tarafından!/ Sahipsiz olan memleketin batması haktır/ Sen sahip çıkarsan batmayacaktır.” şeklindeki mücadele çağrısını duyuyoruz.
Milli mücadeleyi içinde yaşayarak yazmıştı İstiklal Marşı’mızı. Her satırını gönlünün derinliklerinde duya duya.
Şimdilerde birilerinin iddia ettiği gibi bir kısım ideolojik saplantıları yoktu onun. O Hak dediğinde de “ezan” dediğinde de hem kendi samimi duygularını dile getiriyor, hem de bu aziz milletin kimliğinin bir parçası olan kavramlara vurgu yapıyordu.
Millete ithaf ettiği İstiklal Marşı için kendisine verilmek istenen parayı, muhtaç olduğu beş kuruşu tedarik etmek için paltosunu satmak zorunda kaldığı günlerde, eğitime harcanması için iade eden bu dev şair, ne acıdır ki kısa sürede öz yurdunda parya durumuna gelecek, sokağa çıktığında ardı sıra dolaşan hafiyelerden bunalarak çareyi Mısır’a gitmekte bulacak, on yıl vatan hasretiyle yaşadıktan sonra ciğerlerinden rahatsızlanacak, hastalığı ilerleyince İstanbul’a artık bitmiş bir insan olarak dönecek ve aynı yıl Hakk’a yürüyecektir. Onun adından bile rahatsız olanlar varsın rahatsız olsun. Akif’i anlayan, diline aşina olmasa da ideallerini kavrayan ve onu seven bir nesil yetişiyor.
Ruhu şad olsun.